Gökyüzü - 24 Nisan 2003
Düşünceler, içinden çıktıkları toplumun, çağın siyasi ve iktisadi durumuyla yakından ilgilidir, bunlardan bağımsız olamazlar ve o çağın durumuyla ilgili cevaplar, çözümler ortaya koyar ve bu düşünceler, özne yani düşünür de bu çağın gerek verili durumu dolayısıyla nesnel konumu, gerekse de sınıfsal/etnik/dini kimliği yani öznel konumuyla ilişkilidir.
Kant’ın yaşadığı dönem (1724-1804) de, Kant’ın görüşlerini derinden belirlemiştir. Kant, aydınlanmacıların hemen arkasından geldiği için bu felsefeden derin şekilde etkilenmiş bir aydınlanmacıdır. Rönesans sonrası ortaya çıkan ve insanı merkeze alan bir düşüncedir aydınlanma. Rönesans, çok büyük bir kavramı insanlığa kazandırdı; rönenans insan’ı ortaya çıkardı ve insanlığa, insanı tekrar kazandırdı. Gidilen coğrafyalar, görülen güzellikler, önce fiziki sınırların aşılması dolayısıyla zihinsel sınırların da aşılması, dünyanın insanlar için çok geniş ve bir o kadar da yaşaması güzel bir yer olduğunu gösterdi. İnsan sınırları aşıyordu aciz değildi ve cennet tasavvuru, ruhani düzeyden dünyevi bir kavrama "inmiş" oldu. Rönesans’a vazettiğine göre, cennet bu, dünyada da yaşanabilecek bir şeydi ve insan, münzevi, bütün hayatı öbür dünyaya hazırlanmaktan ibaret olan, aciz, sınırları çok dar, miskin olmamalıydı . İnsanı birey olarak tanıyan, şans veren, insanın yaratıcılığa güvenen, kişilik kazandıran yani insanı "yeniden doğuran" bir kavramdır Rönesans. Masonlukla organik bağı olduğu bilinen ancak aralarındaki ilişki henüz tam olarak bilinmeyen Tapınak Şövalyeleri’nden olan Dante’nin "İlahi Komesi"ndeki kahramanlar geleneğin kalıplarını parçalayan, yaratıcı, meraklı, çoşkulu insanlardır ve Dante dönemin en önemli edebi temsilcilerinden biri olmak dışında aynı zamanda bir siyasetçiydi ve yeni doğan insanı anlatıyordu. Dante’nin "İlahi Komesi"ndeki kahramanlar geleneğin kalıplarını parçalayan, yaratıcı, meraklı, çoşkulu insanlardır ve Dante dönemin en önemli edebi temsilcilerinden biri olmak dışında aynı zamanda bir siyasetçiydi ve yeni doğan insanı anlatıyordu. Rönesans öncesi insan kendine yani insana o kadar uzaktı ki o zamana kadar olan sanat yapıtlarında (heykel, resim, edebiyat) insan bir figürandı. Baş rolde olan dinsel temalar, öyküler, nasihatler vardı ve içinde insan yoktu. Sanatta adece insan değil doğa da yoktu. ( ) Kant, bilimin serpildiği, teknolojinin gündelik yaşamı dönüştürmeye başladığı, insanın kendi kaderini teknoloji ve bilimle belirleyebileceği, renkli yaşamı, insani hazların peşinde olan burjuvazinin yükseldiği bir çağın filozofuydu ve felsefesinin merkezine insanı koydu. Kant dönemin en yakıcı felsefi meselesi olan bilgi, bilginin kaynağı, bilginin güvenirliliği sorunuyla yaklaşımıyla sistemini kurmuştu. Kant’a göre bizim bilgimiz dışında bir mutlak gerçek vardır, kendinde şey (ding an sich) ve bu şey "numen" olarak bilinemez, varlığı bilinir ancak nasıl olduğu bilinemez. Biz, ancak fenomen olarak bu kendinde şeyin görünüşlerini bilebiliriz. Kant bu görüşünü tarih felsefesi alanında da bir başka şekilde söyler : Bizim tarih diye bildiğimiz şey, tarihçilerin bize verdiği bilgidir; oysa, mutlak tarihi bilgiye asla ulaşamayız. Kant, felsefesini doğa bilimlerini model alarak kurmuştur ve doğada amaçlılık vardır der, öyleyse tarihte de amaçlılık vardır ona göre. Bu amaçlılığı da, insanlığın ilerleme ilkesiyle bağlantılı olduğunu, toplumsal olarak ilerlemenin bir amaçlılıktan doğduğunu söyler. Peki bu amaçlılık ne olabilir ? Kant, insanda bazı şeylerin (örneğin üçgenin iç açılarının 180 derece olduğu bilgisi) doğuştan var olduğunu söyler. Dilbilimci Chomsky’in dilin bazı özelliklerinin doğuştan geldiğini söylemesi de Kant’tan alınmadır; Kant, algının biçiminin doğuştan (içeriğinin deneysel) olduğunu söyler. İnsanın aklı da, insanın özgürlüğü için bir ahlaki seçim yapar ve işte bu amaçlılık, insan özgürlüğüdür der. Tarihe de insan özgürlüğünün bir ilerlemesi olarak baktığımız zaman tarih anlamsız, bağlantısız bilgiler, süreçler yığını olmaktan çıkar. Kant’a göre numenin bir amacı vardır ve zihin bu amacı anlayabilir; bu numenin (örneğin tarih) amacı insanda da aynıdır ve doğayla bir analoji içindedir. Kant, bireyin aydınlanmasını da, bireyin kendi sorumluluğunu üstlenebilecek bir erginlik olarak tanımlar ve bunu şart koşar. Ancak bu şartı koşarken de, insanın aklını kullanabilmesini kendi türü içinde, toplum içinde mümkün olduğunu söyler. İnsan aklını birey olarak toplumsal bir biçimde gerçekleştirirken, bu aklı da bir sonraki kuşağa devreder. Birey kendi şahsi menfaatlerini (para, şöhret, güç) ön planda tutsa bile, yine bu menfaatlerini başka insanlarla ancak sağlayabileceği için ister istemez toplumsal ilerlemeye, birlikte yaşamaya katkıda bulunur der. Kant’ta insan araç değil amaçtır. Madem ki, insan, diğer insanlarla birlikte yaşayan ve aklını kullanabilen bir yaratıktır ve tarihte de, insanın özgürlüğü gibi bir amaçlılık vardır o halde toplumsal olarak da amaçlılık yine insanların özgürlüğü olarak, en fazla özgürlük ortamında yaşamak, bu tür bir toplum kurmak isteyecektir. Kant, tarih felsefesinin oturduğu zeminin teorik akılda değil pratik akılda aranmasının çünkü tarihin, insanlığın daha fazla özgürlük gibi bir amaçlılık mecraında aktığını söyler. Kant, insan ahlakının fenemonlere bağlanamayacağını, herkesin içinde var olan ahlak dış dünyadan gelen bilgilerle oluşturulmaz, öyle olursa birey özgür olamaz; o zaman ahlak iç dünyaya bağlı olabili der. Peki Kant’ın merkeze aldığı özgürlük nasıl bir ahlakla sağlanabilirdi : İyi ahlakla… İyi ahlak da özgür bir iradeyle sağlanabilirdi ancak. Özgür insan, kaderini kendi tayin eden insandır. Özgür toplum da kendi kaderini tayin eden toplumdur kuşkusuz. Peki insanın daha fazla özgürlüğünü içeren bir toplumsal birlik nasıl olacaktır ? Kant, döneminde bunu yurtttaşlık kavramıyla ve bu özgürlüğü sağlama alacak bir yurttaşlık anayasasıyla sağlanacağını söyler. Kuşkusuz bunun karşılığı siyasal olarak ancak bir cumhuriyet olacaktır. 1789 sonrası da İnsan ve Yurttaş hakları Bildirisi yayınlanacaktı zaten. Milliyetçilik de ulus-devlet olarak tarih sahnesinde yerini almadan önce yurttaş-ordu ve kitle -savaşı gibi o zamana değin tarihin tanımadığı kavramlar olarak çıktı.
Fichte, Kant’ın öğrencisi ve ardılıdır ve her sıradan olmayan ardıl gibi hocasından aldığı düşünsel mirası teorik temeli yapmış ve ona karşı ve/veya yeni şeyler de söylemiştir. Kant’taki, insan davranışlarının hedefi özgürlük olan amaçlılık Fichte’de de vardır. Fichte, çıkış noktasına bir ilke koyarak başlar ve bu haliyle Descartes’ı hatırlatır. Descertes, kuşkuculuğu araç olarak kullanır ve ilk ilke olarak, başlangıç olarak ya da bir başka deyişle merkeze "düşünüyorum" ilkesini koyar. Descartes’a göre, her inanç yanılgıya açıktır ancak böyle düşündüğüm zaman yani her inançtan kuşku duymak bile bir kesinliği içerir ve bu kesinlik de kuşku duyuyor olmamdır. Kuşku duyduğumdan kuşku duyuyor olmam da bir kuşkudur. Kuşku duyduğum ne kadar kesinse düşündüğüm de kesindir çünkü düşünmeden kuşku duyulamaz. Öyleyse cogito ergo sum yani düşünüyorum çünkü varım der. Fichte de buna benzer şekilde ilk ilke olarak "ben" kavramını ortaya koyar. Bu "ben" ancak bilinçliyse vardır yani varlık olarak ifade etmesi için bilinçli olması gerekir. Bu Kant’ın epistemolojisinde ancak varlığı bilinebilen ne olduğu bilenemeyen bir numen olarak, kendinde-şey’e (ding an sich) karşılıktır. Fichte ikinci ilkesini de yine Kant’ın fenomenlerinin karşılığı olarak koyar. Kant’a göre biz ancak numenlerin görünüşlerini bir fenomen olarak bilebiliriz; Fichte’ye göre de bu fenomenler "ben" dışındaki ben olmayanlarla ancak ben olabilir ve bunlar da fenomenlerdir, çünkü ben’in dışındaki şeylerdir. Burada ben olarak birey düşünülür ve ben dışındaki şeyler de toplum olarak düşünüldüğünde Kant’ın tarih felsefesi anlayışı çıkar karşımıza. Madem ki insanın amacı özgür olmaktır Kant’ın dediği gibi -bunu kabul eder- öyleyse özgürlük de, başka insanların özgürlüğü için kendini sınırlandırmayı gerektirir der ve özgürlük için de en eylemin gerektiğini söyler. Fichte’nin sonuç ilkesidir asıl bizim için önemli olan. Fichte, ben ben olmayan’na gerçeklik verir ve bunu vermek için de güç harcar, eylemde bulunur. Bu eylem de ben’i, diğer bütün tekil bireylerin ben’leri sonucunda, ben olmayan’ın doğmasına yol açar. İşte bu ben’lerin gerçeklik kazandırdığı ben olmayan şey de devlettir. Devlet de, bütün bireylerin özgürlüklerini sınırlandırmasıyla, bunun denetimi de devletin elinde olacaktır, bütün bireylerin bir anlamda ben’lerinin devletin ben olmayan şahsiyeti içinde erimesiyle olacaktır. Bu yüzden bütün mallar devletin olmalıdır ve birey, devletin belirlediği, benliğini devlete aktarmıştır. Bireyin özgürlüğü de, bütün (devlet) tarafından özümsenmelidr ve gerçek özgürlük de budur der. Dolayısıyla devlet, bireyden öndedir, önemlidir. İşte özgürlük budur Fichte’ye göre ve Descartes’ın varlık ilkesinin temeli düşünmek artık özgür olmaktır ama işte böylesine bir özgürlük. Alman Milliyetçiliğinin sonra da faşizminin felsefi olarak temeli işte budur. Fichte de Alman Milliyetçiliği’nin kurucusu sayılabilir zaten. Ancak Fichte’ye göre, sadece soy olarak Almanlar değil, bireyin devlet içinde benliğini yitirmesini savunanlar soy olarak Alman olmasalar bile gerçek millettirler ve Alman Milliyetçileri’ne düşen, bu fikirleri önce Almanlar arasında yayıp sonra da diğer gerçek milletlere bu fikirleri aşılamalıydılar.
Bu yaklaşım sanırım Nazilerle, Turancıların hangi ortak paydada birleştiğini açıklamakta, Nazilerin, Türkçülere, Turancılara yardım yağdırmasının sadece siyasi amaçlı değil felsefi anlamdaki karşılığını da söylemektedir. Türk Milliyetçiliği Fichte’nin millet tanımına benzer bir şekilde (etkisi daha az olan kafatası, kan, soy ırkçılığı milliyetçiliği gibi marjinal unsurlar dışında) soy olarak Türk olmasalar bile, ben’liğini devletin şahsiyetinde eriten ve "Ne Mutlu Türküm Diyene" şiarında özetlenen bir güzergahta asıl olarak sürmüştür. Türk Milliyetçiliğinin zaten Alman Milliyetçiliği gibi soy milliyetçiliği yapma şansı yoktu, çünkü çok milletli, çok etnisiteli bir imparatorluğun mirasçısıydı. Bu anlamda Türk Milliyetçiliğinin görece, ironik bir biçimde Alman Milliyetçiliğinden daha fazla Fichte’nin düşüncelerini temsil ettiği söylenebilir.
Kuşkusuz bütün milliyetçilikler, farklılıklarının yanında ortak noktaları daha fazla ideolojilerdir. Bu milliyetçilik ideolojisinin doğası gereği böyledir ve Kant’la analoji kurarak söylersek, çeşitli milliyetçilikler birer farklı görünüşleri, gerçek olan numen yani milliyetçilik ideolojisinin fenomenleridir.
Düşünceler, içinden çıktıkları toplumun, çağın siyasi ve iktisadi durumuyla yakından ilgilidir, bunlardan bağımsız olamazlar ve o çağın durumuyla ilgili cevaplar, çözümler ortaya koyar ve bu düşünceler, özne yani düşünür de bu çağın gerek verili durumu dolayısıyla nesnel konumu, gerekse de sınıfsal/etnik/dini kimliği yani öznel konumuyla ilişkilidir.
Kant’ın yaşadığı dönem (1724-1804) de, Kant’ın görüşlerini derinden belirlemiştir. Kant, aydınlanmacıların hemen arkasından geldiği için bu felsefeden derin şekilde etkilenmiş bir aydınlanmacıdır. Rönesans sonrası ortaya çıkan ve insanı merkeze alan bir düşüncedir aydınlanma. Rönesans, çok büyük bir kavramı insanlığa kazandırdı; rönenans insan’ı ortaya çıkardı ve insanlığa, insanı tekrar kazandırdı. Gidilen coğrafyalar, görülen güzellikler, önce fiziki sınırların aşılması dolayısıyla zihinsel sınırların da aşılması, dünyanın insanlar için çok geniş ve bir o kadar da yaşaması güzel bir yer olduğunu gösterdi. İnsan sınırları aşıyordu aciz değildi ve cennet tasavvuru, ruhani düzeyden dünyevi bir kavrama "inmiş" oldu. Rönesans’a vazettiğine göre, cennet bu, dünyada da yaşanabilecek bir şeydi ve insan, münzevi, bütün hayatı öbür dünyaya hazırlanmaktan ibaret olan, aciz, sınırları çok dar, miskin olmamalıydı . İnsanı birey olarak tanıyan, şans veren, insanın yaratıcılığa güvenen, kişilik kazandıran yani insanı "yeniden doğuran" bir kavramdır Rönesans. Masonlukla organik bağı olduğu bilinen ancak aralarındaki ilişki henüz tam olarak bilinmeyen Tapınak Şövalyeleri’nden olan Dante’nin "İlahi Komesi"ndeki kahramanlar geleneğin kalıplarını parçalayan, yaratıcı, meraklı, çoşkulu insanlardır ve Dante dönemin en önemli edebi temsilcilerinden biri olmak dışında aynı zamanda bir siyasetçiydi ve yeni doğan insanı anlatıyordu. Dante’nin "İlahi Komesi"ndeki kahramanlar geleneğin kalıplarını parçalayan, yaratıcı, meraklı, çoşkulu insanlardır ve Dante dönemin en önemli edebi temsilcilerinden biri olmak dışında aynı zamanda bir siyasetçiydi ve yeni doğan insanı anlatıyordu. Rönesans öncesi insan kendine yani insana o kadar uzaktı ki o zamana kadar olan sanat yapıtlarında (heykel, resim, edebiyat) insan bir figürandı. Baş rolde olan dinsel temalar, öyküler, nasihatler vardı ve içinde insan yoktu. Sanatta adece insan değil doğa da yoktu. ( ) Kant, bilimin serpildiği, teknolojinin gündelik yaşamı dönüştürmeye başladığı, insanın kendi kaderini teknoloji ve bilimle belirleyebileceği, renkli yaşamı, insani hazların peşinde olan burjuvazinin yükseldiği bir çağın filozofuydu ve felsefesinin merkezine insanı koydu. Kant dönemin en yakıcı felsefi meselesi olan bilgi, bilginin kaynağı, bilginin güvenirliliği sorunuyla yaklaşımıyla sistemini kurmuştu. Kant’a göre bizim bilgimiz dışında bir mutlak gerçek vardır, kendinde şey (ding an sich) ve bu şey "numen" olarak bilinemez, varlığı bilinir ancak nasıl olduğu bilinemez. Biz, ancak fenomen olarak bu kendinde şeyin görünüşlerini bilebiliriz. Kant bu görüşünü tarih felsefesi alanında da bir başka şekilde söyler : Bizim tarih diye bildiğimiz şey, tarihçilerin bize verdiği bilgidir; oysa, mutlak tarihi bilgiye asla ulaşamayız. Kant, felsefesini doğa bilimlerini model alarak kurmuştur ve doğada amaçlılık vardır der, öyleyse tarihte de amaçlılık vardır ona göre. Bu amaçlılığı da, insanlığın ilerleme ilkesiyle bağlantılı olduğunu, toplumsal olarak ilerlemenin bir amaçlılıktan doğduğunu söyler. Peki bu amaçlılık ne olabilir ? Kant, insanda bazı şeylerin (örneğin üçgenin iç açılarının 180 derece olduğu bilgisi) doğuştan var olduğunu söyler. Dilbilimci Chomsky’in dilin bazı özelliklerinin doğuştan geldiğini söylemesi de Kant’tan alınmadır; Kant, algının biçiminin doğuştan (içeriğinin deneysel) olduğunu söyler. İnsanın aklı da, insanın özgürlüğü için bir ahlaki seçim yapar ve işte bu amaçlılık, insan özgürlüğüdür der. Tarihe de insan özgürlüğünün bir ilerlemesi olarak baktığımız zaman tarih anlamsız, bağlantısız bilgiler, süreçler yığını olmaktan çıkar. Kant’a göre numenin bir amacı vardır ve zihin bu amacı anlayabilir; bu numenin (örneğin tarih) amacı insanda da aynıdır ve doğayla bir analoji içindedir. Kant, bireyin aydınlanmasını da, bireyin kendi sorumluluğunu üstlenebilecek bir erginlik olarak tanımlar ve bunu şart koşar. Ancak bu şartı koşarken de, insanın aklını kullanabilmesini kendi türü içinde, toplum içinde mümkün olduğunu söyler. İnsan aklını birey olarak toplumsal bir biçimde gerçekleştirirken, bu aklı da bir sonraki kuşağa devreder. Birey kendi şahsi menfaatlerini (para, şöhret, güç) ön planda tutsa bile, yine bu menfaatlerini başka insanlarla ancak sağlayabileceği için ister istemez toplumsal ilerlemeye, birlikte yaşamaya katkıda bulunur der. Kant’ta insan araç değil amaçtır. Madem ki, insan, diğer insanlarla birlikte yaşayan ve aklını kullanabilen bir yaratıktır ve tarihte de, insanın özgürlüğü gibi bir amaçlılık vardır o halde toplumsal olarak da amaçlılık yine insanların özgürlüğü olarak, en fazla özgürlük ortamında yaşamak, bu tür bir toplum kurmak isteyecektir. Kant, tarih felsefesinin oturduğu zeminin teorik akılda değil pratik akılda aranmasının çünkü tarihin, insanlığın daha fazla özgürlük gibi bir amaçlılık mecraında aktığını söyler. Kant, insan ahlakının fenemonlere bağlanamayacağını, herkesin içinde var olan ahlak dış dünyadan gelen bilgilerle oluşturulmaz, öyle olursa birey özgür olamaz; o zaman ahlak iç dünyaya bağlı olabili der. Peki Kant’ın merkeze aldığı özgürlük nasıl bir ahlakla sağlanabilirdi : İyi ahlakla… İyi ahlak da özgür bir iradeyle sağlanabilirdi ancak. Özgür insan, kaderini kendi tayin eden insandır. Özgür toplum da kendi kaderini tayin eden toplumdur kuşkusuz. Peki insanın daha fazla özgürlüğünü içeren bir toplumsal birlik nasıl olacaktır ? Kant, döneminde bunu yurtttaşlık kavramıyla ve bu özgürlüğü sağlama alacak bir yurttaşlık anayasasıyla sağlanacağını söyler. Kuşkusuz bunun karşılığı siyasal olarak ancak bir cumhuriyet olacaktır. 1789 sonrası da İnsan ve Yurttaş hakları Bildirisi yayınlanacaktı zaten. Milliyetçilik de ulus-devlet olarak tarih sahnesinde yerini almadan önce yurttaş-ordu ve kitle -savaşı gibi o zamana değin tarihin tanımadığı kavramlar olarak çıktı.
Fichte, Kant’ın öğrencisi ve ardılıdır ve her sıradan olmayan ardıl gibi hocasından aldığı düşünsel mirası teorik temeli yapmış ve ona karşı ve/veya yeni şeyler de söylemiştir. Kant’taki, insan davranışlarının hedefi özgürlük olan amaçlılık Fichte’de de vardır. Fichte, çıkış noktasına bir ilke koyarak başlar ve bu haliyle Descartes’ı hatırlatır. Descertes, kuşkuculuğu araç olarak kullanır ve ilk ilke olarak, başlangıç olarak ya da bir başka deyişle merkeze "düşünüyorum" ilkesini koyar. Descartes’a göre, her inanç yanılgıya açıktır ancak böyle düşündüğüm zaman yani her inançtan kuşku duymak bile bir kesinliği içerir ve bu kesinlik de kuşku duyuyor olmamdır. Kuşku duyduğumdan kuşku duyuyor olmam da bir kuşkudur. Kuşku duyduğum ne kadar kesinse düşündüğüm de kesindir çünkü düşünmeden kuşku duyulamaz. Öyleyse cogito ergo sum yani düşünüyorum çünkü varım der. Fichte de buna benzer şekilde ilk ilke olarak "ben" kavramını ortaya koyar. Bu "ben" ancak bilinçliyse vardır yani varlık olarak ifade etmesi için bilinçli olması gerekir. Bu Kant’ın epistemolojisinde ancak varlığı bilinebilen ne olduğu bilenemeyen bir numen olarak, kendinde-şey’e (ding an sich) karşılıktır. Fichte ikinci ilkesini de yine Kant’ın fenomenlerinin karşılığı olarak koyar. Kant’a göre biz ancak numenlerin görünüşlerini bir fenomen olarak bilebiliriz; Fichte’ye göre de bu fenomenler "ben" dışındaki ben olmayanlarla ancak ben olabilir ve bunlar da fenomenlerdir, çünkü ben’in dışındaki şeylerdir. Burada ben olarak birey düşünülür ve ben dışındaki şeyler de toplum olarak düşünüldüğünde Kant’ın tarih felsefesi anlayışı çıkar karşımıza. Madem ki insanın amacı özgür olmaktır Kant’ın dediği gibi -bunu kabul eder- öyleyse özgürlük de, başka insanların özgürlüğü için kendini sınırlandırmayı gerektirir der ve özgürlük için de en eylemin gerektiğini söyler. Fichte’nin sonuç ilkesidir asıl bizim için önemli olan. Fichte, ben ben olmayan’na gerçeklik verir ve bunu vermek için de güç harcar, eylemde bulunur. Bu eylem de ben’i, diğer bütün tekil bireylerin ben’leri sonucunda, ben olmayan’ın doğmasına yol açar. İşte bu ben’lerin gerçeklik kazandırdığı ben olmayan şey de devlettir. Devlet de, bütün bireylerin özgürlüklerini sınırlandırmasıyla, bunun denetimi de devletin elinde olacaktır, bütün bireylerin bir anlamda ben’lerinin devletin ben olmayan şahsiyeti içinde erimesiyle olacaktır. Bu yüzden bütün mallar devletin olmalıdır ve birey, devletin belirlediği, benliğini devlete aktarmıştır. Bireyin özgürlüğü de, bütün (devlet) tarafından özümsenmelidr ve gerçek özgürlük de budur der. Dolayısıyla devlet, bireyden öndedir, önemlidir. İşte özgürlük budur Fichte’ye göre ve Descartes’ın varlık ilkesinin temeli düşünmek artık özgür olmaktır ama işte böylesine bir özgürlük. Alman Milliyetçiliğinin sonra da faşizminin felsefi olarak temeli işte budur. Fichte de Alman Milliyetçiliği’nin kurucusu sayılabilir zaten. Ancak Fichte’ye göre, sadece soy olarak Almanlar değil, bireyin devlet içinde benliğini yitirmesini savunanlar soy olarak Alman olmasalar bile gerçek millettirler ve Alman Milliyetçileri’ne düşen, bu fikirleri önce Almanlar arasında yayıp sonra da diğer gerçek milletlere bu fikirleri aşılamalıydılar.
Bu yaklaşım sanırım Nazilerle, Turancıların hangi ortak paydada birleştiğini açıklamakta, Nazilerin, Türkçülere, Turancılara yardım yağdırmasının sadece siyasi amaçlı değil felsefi anlamdaki karşılığını da söylemektedir. Türk Milliyetçiliği Fichte’nin millet tanımına benzer bir şekilde (etkisi daha az olan kafatası, kan, soy ırkçılığı milliyetçiliği gibi marjinal unsurlar dışında) soy olarak Türk olmasalar bile, ben’liğini devletin şahsiyetinde eriten ve "Ne Mutlu Türküm Diyene" şiarında özetlenen bir güzergahta asıl olarak sürmüştür. Türk Milliyetçiliğinin zaten Alman Milliyetçiliği gibi soy milliyetçiliği yapma şansı yoktu, çünkü çok milletli, çok etnisiteli bir imparatorluğun mirasçısıydı. Bu anlamda Türk Milliyetçiliğinin görece, ironik bir biçimde Alman Milliyetçiliğinden daha fazla Fichte’nin düşüncelerini temsil ettiği söylenebilir.
Kuşkusuz bütün milliyetçilikler, farklılıklarının yanında ortak noktaları daha fazla ideolojilerdir. Bu milliyetçilik ideolojisinin doğası gereği böyledir ve Kant’la analoji kurarak söylersek, çeşitli milliyetçilikler birer farklı görünüşleri, gerçek olan numen yani milliyetçilik ideolojisinin fenomenleridir.
***
Modernleşmenin siyasi yansımalarından, bileşkelerinden birisi ve/veya toplumsal üst organı olarak ulus-devlet var. Milliyetçilik, modernleşme ortaya çıkan, onunla eş zamanların paralel yürüyen kavramıdır. Aydınlanma, Fransız Devrimi, Milliyetçilik peşisıra ortaya çıkmıştır.
Marx ve Engels Komunist Parti Manifestosu’nda şöyle diyorlar "Halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi ile, ticaret özgürlüğü ile, dünya pazarı ile, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tekdüzelik ile her geçen gün biraz daha yok oluyor. (…)Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlığın kalkması ölçüsünde bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da son bulacaktır. "Genç Marx ve Engels’in aceleyle yazdıkları Manifesto’daki öngörüleri doğru çıkmamıştır. Marksizmin yetkin bir milliyetçilik teorisi olmadığı gibi, Marx, milliyetçiliği kapitalizm içinde sönümlenecek bir evre olarak görmüştür; bu bakış açısı Marksistlerin dünyayı alt-üst eden milliyetçilik hakkında uzun yıllar yetkin sözler söylemesini geciktirmiş ve yaşananlardan koparmıştır.
Marx’ın bu konuda bıraktığı boşluğun yanında Weber, millet ve milliyetçilik hakkında sistematik görüşler ileri süren ilk kişilerden birisidir ve bunun sonucu milliyetçilik hakkında teorik görüşler geliştirenlerin bazılarının Weber ekolünden gelmesini doğurmuştur. Weber, milleti, tanımlarken siyasi olan yönü ön plana çıkararak, milleti siyaset alanıyla çakıştırarak, duygu birliğinin devlet olarak örgütlenmesi ve/veya böyle bir potansiyel taşıması olarak tanımlar. Weber’e göre, ulus ırkı yarattığı için ırkın ulusu yarattığına inanılır. Weber, milleti ve milliyetçiliği kuşkusuz sadece siyasi örgütlenmenin ifadesi olan yani devlet olarak görmez ama asıl vurguyu bu noktaya yapar. Gellner ise bir "Weberci" olarak, Weber’den aldığını bir almaşıkla sunar; milleti, milliyetçiler yaratır eder.
Hiç bir teori, model yaşanmışları, yaşananları ve yaşanacakları; gerçekliğin tümünü ifade edemez. Bunu özellikle söylüyorum çünkü Gellner, geliştirdiği teorinin bir genel teori olduğunu deyim yerindeyse adeta bu alanda bir birleşik alan kuramı olarak sunar. Oysa Gellner’in modeline uymayan milliyetçilikler de vardır ama Gellner’in konu alınmasının nedeni Türk milliyetçiliğinin Gelnner’in anlattığına, bir teoriden, modelden beklenebilecek kadar adeta bir prototip olmasıdır.
Gellner, milliyetçiliğin siyasi olanla milli olanın uyumundan doğduğunu ve bunun da modernleşmenin nesnel koşullarının sonucu olduğunu söyler. Modernleşme öncesi milliyeçilik olamazdı çünkü Gellner’in yaptığı tarihsel kateorilere göre avcı toplumda merkezi otorite olmadığı için; tarım toplumunda güç kültür ve statüye göre dağıldığından yani elit tabakanın farklı bir konumda olmasından, üretici olanların da köyde yalıtılmış halde yaşamlarından dolayı milliyetçilik doğması mümkün değildi. Modern toplum öncesi yönetilenler, yönetenlerin öznel nitelikleriyle (adalet, merhamet vb) ilgiliydi ve yöneticilerin milliyeti önemli değildi.
Modern toplumlarda, sanayi toplumlarında ise birinci olarak Gellner’in üstüne basarak söylediği kültür ögesinde değişiklik oluyordu. Yani, baştan konumu belli olan insanlar yerine sınıflar arası geçişler başladı ve modernite öncesi, elitler ile üreticiler arasındaki kültür farklılığı önemli değildi ancak endüstri toplumunda yekpare bir kültür gerekliydi. İngiltere’de okuma yazma seferberliği sanayi işçisi olacaklar için yapılmıştı ve makineyi kullanabilmesi için şarttı ve bir ayrıcalık olan okuma-yazma tabana yayılmıştır. Köleliğin kalkması da sanayi işcisi olacak kitleye hareket serbestiyesi sağlamak ve ucuz iş gücüne ihtiyaçtandır. Artık kültür tepeden inme ve homojen olmalıydı ki, o kültür, o siyasi yapıyı destekleyebilsin. Artık "En hakiki mürşit ilim "olmalıydı ve bunun da kitlelere kazandırılması ancak okulla olabilirdi ki böylesine yaygın/tek tip bir eğitimi de ancak merkezi devlet sağlayabilirdi. Türk Milliyetçiliğinin doğuşunda kilit yer Selanik’tir ve Selanik’te kurulan okullarda okuyanların, Osmanlı ve Cumhuriyet’te çok önemli rol oynadıklarını görürüz.
"Esasen milliyetçilik ve uluslaşma (nation-building), kapitalizm v sanayi toplumu ile yaşıt fenomenler olmaları bakımından, sadece duygu ve bilinç toparlanması ile açıklanmayacak kadar nesnel temelleri olan sosyal gerçekliklerdir. En başta, 19. yüzyılın bütün milliyetçi kalkışma ve girişimleri, güçlü yerel burjuvazilerin önderliğinde yaşanmıştır. Bunların dışında kalanların temel çabası da kendi ulusal varlıklarını ayakta tutacak yerel burjuvazilerin önderliğinde yaşanmıştır. Bunların dışında kalanların temel çabası da kendi ulusal varlıklarını ayakta tutacak yerel burjuvazileri yaratmak veya bunları güçlendirmek esasına dayanmıştır. Bu kervana geç katılan Batıdışı dünyadaki milliyetçi eğilimler, yine Batı’nın sömürgeci ve bilimsel (oryantalistik, slavistik, antropolojik çalışmalar) müdahaleleriyle ortaya çıkarılan bir kimlik bilincine yaslanmıştı. Bu yeni kimlikle donanan asker-bürokrat aydınlar, ‘Batı-gibi’ olmanınyolunu ‘onlar’ gibi ulus-devletlere ve güçlü ulusal burjuvaziye sahip olmakta, bu tek yönlü hatta girerek kalkınmakta aramışlardır."
İttihat ve Terakki, milli-burjuvazi yaratmak istemiştir, bunun için de burjuvazinin en gelişmiş şehirlerinden -Avrupa’yı Anadolu’ya bağlayan Londra-Hamburg-Viyana hattının uç noktası olan- Selanik’te güç kazanmış, Selanik merkezli hareket olmuştur. Milliyetçilik, burjuvazinin damgasını vurduğu Fransız Devrimi’nin sonrasındaki sanayi devriminin ürünüdür. Bu yüzden de, burjuvazinin güçlü olduğu Selanik’ten doğmuştur. Doğan Avcıoğlu, İttihat ve Terakki’nin toplumsal temeli için şu saptamaları yapıyor : " Burada haylı güçlü bir ticaret burjuvazisi yetişmişti. Selanikli dönmeler, kültür seviyeleri, yabancı dil bilmeleri, kurdukları basım evleri, gazeteleri, kulüpleri, özel okulları ile bir ticaret burjuvazisi olarak iyice sivrilmişlerdi. Dönmeler ve Museviler, Jön Türk hareketini desteklemekteydiler. Bir rejim değişikliğinin, onlara, onlara Rum ve Ermeni işadamlarının İstanbul’daki tekel durumunu yıkmaya fırsat vereceğini ummaktaydılar. Bu yükselen ticaret burjuvazisi, çıkarları gereği, daha çok Merkez Devletleri’ne, Almanya ve Avusturya’ya yakındı. İngiliz ve Fransızlar, Türkiye ile olan ekonomik ilşkilerinde genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise daha çok Yahudi ve Müslüman burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyorlardı. Mason Dernekleri aracılığıyle, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri ve Selanik Burjuvazisi arasında ilişkiler kurulmuştu. İşte böyle bir politik ortam ve toplumsal ilişkiler çerçevesinde, 1908 Hareketi gerçekleşmiştir. (…) Hareket yalnızca bir subay ve aydın hareketi olarak kalmamakta, ekonomik hayatta paşalar ile Rum ve Ermeni zenginlerinin kurdukları tekeli yıkmaya azimli bir ticaret burjuvazisi tarafından desteklenerek bir toplumsal temele oturmaktaydı."
Milliyetçilik homojen kültür, din, dil istemiştir. Burjuvazinin ihtiyacı olan pazar, homojenite sağlayan bir milli pazardı, bu da ancak ulus-devletle gerçekleşebilirdi; bundan dolayı burjuvazi önünde engel olarak gördüğü feodal yapıların, monarkın karşısına millliyetçilik ideolojisi ve ulus-devlet modeliyle çıkacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder