12.19.2006

Oligarşi ve Örtük Kast Sistemi

Gökyüzü - 25 Nisan 2003
Aldatıldığmız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak(Turgut Uyar)

Resmi tarihin vazettiği gibi Cumhuriyet bir gecede, tek bir kişiden çıkan bir fikrin sonucu kurulmadı. 1923 tarihi de jure olarak vardır ancak gerek kurumları, gerek ideolojisi, gerekse düşünce dünyası bir süreçte oluştu. Bir sürecin başlangıcı olarak kesin tarih vermek doğru olmayabilir ama şematize etmek açısından Tanzimat en önemli nirengi noktalarından biridir. Tarihe bugünden bakıyoruz ve ideoloji yüklü olarak kuruyoruz, değerlendiriyoruz. Tarihi yapan insanın bakışı dışında yaşanan bir tarih yok ve bu tarihi bulunduğumuz noktadan, değer yargılarımızla, sınıfımızla, kimliğimizle, aidiyetimizle, cinsiyetimizle, hangi sınıfın yanında olduğumuzla anlıyor ve anlatmaya çalışıyoruz.

Yaşanırken elbette "Lale Devri" değildi, böylesine adlandıran Yahya Kemal’di ve pek çok adlandırmada olduğu gibi bir değer yargısı taşıyordu; bir yaşam biçimi olarak Lale Devri, modernleşmenin ve Tanzimat’ın habercisiydi. Modernleşme derken geçmişin modern olmadığını, bu kavramı kullandığımız anda içkin olarak söylüyoruz. Modernleşme ya da bir itiraz anlamında da söylenen batılılaşma ya da batıcılaşma ya da devrin anahtar sözcüğü olarak medenileşme kısacası hangi kavramı kullanırsak kullanalım geçmişle bir kopuşu anlatıyor; kavramın içinde eskide olmayan "şeyler" anlıyoruz. Benim açımdan, meramımı anlatmak açısından hangi kavramın nasıl kullanıldığı önemli değil; değil çünkü ben, bu dönemin düşünce sosyolojisini ya da sürecin değerlendirilmesi değil, yaşananın olumlu/olumsuz olmasından başka bir şeyi anlatmaya çalışıyorum. O "şey" de, günümüz Türkiye’sini anlamanın ve anlatmanın anahtarı olarak yaşananın zincirleme bir süreç olduğu ayrıca bu süreçte bazı kişileri ön plana çıkararak, yönetici sınıfın sürekliliği de denebilecek ya da Osmanlı ve Cumhuriyet elitlerinin, nasıl dar bir çevreden geldiğini, çok az sayıda ailenin mensupları olduğunu söylüyorum. Kuşkusuz kendi içinde, kastedilen anlamda homojen olan bu insanların kişi olarak varlıklarının dışında ideoloji/düşünce/hayat dünyalarının da dünden bugüne hep kutup yıldızı belirleyici olduğunu göstermeye çalışıyorum. Kutup yıldızları, bir ağ gibi içiçe, adeta bir Arşimet Spirali gibiler.

Oligoi, Helencede küçük sayı, oligos ise az sayıda demek.Oligarkhia yani oligarşi de, az sayının yönetimi demek. Atina Polisi’nin bazileus’unu yani kralını deviren soyluların areopagu denenleri yasama ve yargı işlerini üstlenirken, arkhon denen başta üç kişi daha sonra da dokuz kişiye çıkan soylular da yürütmeyi götürüyorlardı. İşte, oligoi, oligos ve oligarkhia (oligarşi) bunu anlatıyor. Atina Polisi’nde insanlar üçe ayrılıyordu : yurttaşlar, yabancılar ve köleler. Yurttaşlar da homojen bir kitle değildi; içlerinde eupatrid denen bir kesim vardı ki, onlar en tepedeydi. Eupatrid’in anlamı gerçekten çok öğreticidir : İyi doğmuşlar. (1)

Tanzimat-İttihat-Cumhuriyet’i bir üçleme olarak görüyorum ve Türkiye’nin bugün yönetici sınıfını, elitlerini de eupatrid olarak nitelendirip, bu insanların bir birbiriyle olan akrabalıklarını, bağlarını, ortak paydalarını sistemi anlamanın anahtarı olarak yazmaya çalışıyorum. Marksizmin en iyimser deyişle ortodoks yorumunu kabul edenlerin ya da Marksizmi bayağılaştırarak basitleştirdiklerini sananların yazdıklarıma itiraz edeceklerini biliyorum.

John Tosh’un deyişiyle, olguları sıralayıp bunları teoriye uydurmaya çalışmıyorum : "… doğrudan Marx’ı ya da eserlerinin akademik yorumlarını okumuş olan bir avuç denebilecek insan dışında herkes onu, insan tabiatına ilişkin koyu bir determinizm ve sinisizm ile özdeşletirir. Bu yoruma göre Marksizmin temel ilkeleri aşağı yukarı şöyledir : ‘ Tarih, kayıtsız şartsız ekonomik kuvvetlerin kontrolündedir; bütün toplumlar aynı evrelerden geçerek sosyalizme gider ve kapitalizm de şu anda insanlığın büyük bir bölümünün yaşamakta olduğu evredir.. İnsanların davranışlarının ardındaki nedenlere ilişkin iddiaları ne olursa olsun, bütün çağlarda insan davranışının ana saiki maddi çıkarlar olmuştur. Sınıflar, bu çıkarların kollektif iradesini temsil ederler ve bu nedenle de bütün bir tarih, sınıf çatışmasının tarihi olmaktan öte anlam taşımaz. İdeoloji, sanat ve kültür de sadece bu temel çatışmanın bir aynasıdır, hiç birinin kendi tarihsel dinamiği yoktur. Birey, kendi çağı ile sınıfının ürünüdür ve ne kadar yetenekli, ne kadar güçlü de olsa tarihin akışını değiştirme gücünden yoksundur; tarihi yapan kitlelerdir, ama onlar bile önceden çizilmiş bir şema doğrultusunda gerçekleştirir bunu.’ Bu önermelerin hepsi de, Marx’ın ölümünden bu yana geçen yüzyıl boyunca şu ya da bu zamanda Marksistlerce benimsenmiştir; ama aslında hepsi de, Marx’ın gerçekten yazdıklarının kaba bir şeklide basitleştirilmesinden ibarettir. Marx’ın düşüncesi, otuz yılı aşkın bir araştırma ve akıl yürütme çabası sonucuda gelişmiştir ve bunun ürünü olan teorik yapı yapı da ‘vülger’ bir Marksizm söyleminin izin verdiğinden çok daha karmaşık ve inceliklidir. ( )

Engels,' Alman Sosyal Demokrat Bloch'a yazdığı 21-22 Eylül 1890 tarihli mektupta şöyle diyor "... Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte ensonu belirleyen gerçek hayatın yeniden ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiç bir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi ekonomik etkenin biricik belirleyici öğe oldugunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi, anlamsız soyut, ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üst yapının çeşitli öğeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani: Başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasal vb. hukuksal biçimler ve hatta, bu gerçek savaşımların bunlara katılan beyinlerinde uyandırdığı yansımalar, politik hukuksal felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri- de, tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın bir rol oynarlar. (…) Gençlerin kimi kez, ekonomik yana gereğinden fazla ağırlık vermelerinde kısmen Marx’ın ve benim de kabahatim vardır. Hasımlarımız karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi boyuna vurgulamak zorunda kalıyorduk; böyle olunca da karşılıklı etkileşime katılan diğer öğeleri gereği gibi vurgulayacak ne zaman, ne yer, ne de fırsat bulabildik. Ancak, tarihi bir kesimi sergilemeye gelince yani pratik bir uygulamaya gelince sorun farklıydı ve burada hata yapılmamalıydı. Ama ne yazık ki çoğu kez insanlar, yeni bir teorinin ana ilkelerini öğrenir öğrenmez-ki, bu öğrenme her zaman doğru da olmuyordu-bunu tamamiyle anladıklarını ve üzerinde kafa yormadan uygulayabileceklerini zannediyorlar. Ve ben, yeni yetme ‘Marksist’lerden pek çoğunu bu yaklaşımın dışında tutamayacağım, çünkü bu konuda akıl almaz saçmalıklar bu çevre de üretilmiş bulunuyor."
Burada tarih teorisi tartışması yapmıyorum. Aslında söz konusu olan tarih olunca teori yerine kuram demek daha doğru olacaktır. Teori sözcüğünün kökeni görmek’ten geliyor. Teori tam karşılık olarak görülen demek. Teorisyen bu anlamda gören oluyor. Oysa karşılığı olan kuram ise, kurmak, kurgu, kurmaca sözcüklerinde olduğu gibi kurma’yı çağrıştıyor. Oysa Osmanlıca karşılığı çok daha doğru ve anlamlı : Nazariye. Nazar, göz atmak; buradan geliyor. Theoros, dünyayı keşfetmek, tanımak için geziyen çıkan demektir. ( )
Tarih bir disiplin olarak, geçmişin yazıcının elinde yeniden oluşturulması, kurulması ve kuram daha doğru düşüyor. Niyetlenen bir tarih felsefesi anlamında bir tartışma değil, ancak bir başka çalışmada bunu yapmak isterim ve bundan da amacım, Jorge Larrain’in kitabının anlamlı ismi olan "Tarihsel Materyalizmi Yeniden Yapılandırmak" isteğimdir. Bunu yapabileceğim anlamında söylemiyorum elbette, haddimi biliyorum, sadece isteğimi güzel anlatıyor..Bunu şundan yazıyorum : Yazdıklarımın sonucunun tarihsel materyalizmin içinde olduğunu biliyorum ve bundan hiç kuşku duymuyorum. Bunu aforoz edilirim kaygısıyla söylemiyorum; Marksizmi önemsiyorum, değer veriyorum ancak "kitaba" uymayan bir şey olsa da bunu çekinmeden söylerim. "Kitapçılık" ya da "kitapsızlık" diye kaygılarım yok. Ancak, bu tarihsel materyalizme bazı itirazlarımın olmadığı anlamına gelmiyor. Marksizme içkin determinizm tekrar tartışılması gerekiyor. Platon'un Akademi’sinin kapısında "Geometri Bilmeyen Giremez" diye yazarmış. Platon, mücadele ettiği, relativizme inanmis Sofistlerin aksine kesin bilgiye tapan bir insan. Geometri de, bu kesinlik arayisina yanit veren bir disiplin. Degişmeyen, insandan bağımsız bir gerçekligin varliğını kanitlamaya çalışmış. Durmadan değişen duyular dünyasına karşı, ancak düşünceyle kavranabilen değismez bir idealar dünyasina inanıyor. Eukliedes, bu dünyanin insanı ve buna göre bir geometri oluşturmuş. Yüzlerce yil insanlığın düşün dünyasini etkilemiş ve hala da etkilemekte. Örnegin, Kant bu geometrinin etkisindedir. Marx’ın yaşadığı çağ, bilimin bu atılımı karşısında, sosyal bilimler alanında da, toplumsal alanda da, bütün olup bitenlerin bir sistematik dahilinde gerçekleştiği ve pozitif bilimler gibi toplum bilimlerinde de, eğer yasaların doğru koyulması halinde geleceğin, gelecek toplumsal yapıların da nasıl olacağını, toplumun nasıl davranacağını da önceden kestirileceğinin söylendiği çağdır. Engels, Marx’ın mezarı başındaki konuşmasında, " Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını … buldu" der. Newton sisteminde; cisimlerin konumları, hizları ve kütleleri belli bir zamanda belirlenirse, bunların konumları ve hizları sonraki diğer tüm zamanlarda matematiksel olarak belirlenirler. Marx, bir aydınlanma çocuğu olarak Newton’a hayrandır ve düşünce sistematiğinden çok etkilenmiştir. Bir düşünürün görüşleri; bireysel dünyası, çalıştığı alandaki gelinen nokta ve yaşadığı çağın özellikleriyle beraber ele alındığı zaman ancak tam olarak anlaşılabilir.

****

Cato (MÖ 232-MÖ149) Roma’lı bir senatör, yaman bir hatip ve her konuşmasını "Kartaca Yıkılmalıdır (Delenda est Carthago) " diye bitirirmiş. Cato’nun daha az bilinen ama bizi ilgilendiren bir diğer yönü de lükse, şatafatlı hayata düşmanlığı. Cato’nun Kartaca düşmanlığının toplumsal nedenleri anlamak için epistemoloji üzerine yayınlar yapan sosyalist düşünür Celal A. Kanat’tan bir alıntıyla yapayım : " Bu ad hoc durumun en sıradan örneklerinden biri ‘bilincin yaşamı değil, ama yaşamın bilinci belirlediği’ savıdır. Bilindiği gibi bu sav Alman İdeolojisi’nde Marx tarafından ve olasılıkla, kendi kurumsal yapısını ve oluşumunu güçlü biçimde etkileyen Alman idealizminin (Hegel) ezici ağırlığından kurtulma çabasıyla aşırı kaçmış bir önerme olarak ileri sürülmüştür. Bu önermenin tarihi öncüllerinin gözden yitirilmesiyle ve giderek yadsınması sonucunda marksist geleneğin önemli bir bölümünün indirgemeci bir bir yönelimle nirelenmesi kaçınılmaz duruma gelmiştir. Oysa Marx’ın bu önermenin katılığı ve tek yanlılığı içersinde çok fazla tutsak kalmadığını gösteren kuramsal belirtiler de vardır. Önceleri (Alman İdeolojisi), toplumsal bilinç ve bunun ideolojik formlarını gerçek eşd. Ekonomik, yaşamın ve üretim süreci yansı ve yankıları olarak olarak gören Marx’ın daha sonra (Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, birincilerin ikinciler temelinde açıklanabilecğini öne sürmeye kaydığına dikkat edilmelidir. Artık, bir ‘yankı’ olmak değil, yalnızca ‘onunla açıklanabilir ‘olmak söz konududur ve indirgemeci yaklaşım büyük ölçüde bir yana bırakılmaktadır. Ne var ki, vurgu kayması ve semantik dönüşüm bununla da kalmayacak ve ileride Kapital’de Marx üretim kipinin ve ekonomik formların düşünsl yaşamı, ideolojik formları belirlemesinin ancak sakınımlı biçimde özdeksel ilginin ağır bastığı koşullarda altında geçerli olabileceğini yazacaktır. "

Kanat, burada Kapital’den alıntı yapıyor, onu da vereyim : " Benim, her bir özgül üretim kipi ve buna denk düşen toplumsal ilişkiler kısacası toplumun ekonomik yapısının tüzel ve siyasal üst yapısının üzerinde -yükseldiği ve belirli toplumsal düşünce biçimlerinin denk düştüğü gerçek temel olduğu; üretim kipinin toplumsal, siyasal ve düşünsel yaşamı genelde belirlediği yollu görüşüm- bütün bunlar özdeksel ilgilerin ağır bastığı zamanımız için çok doğrudur, ama Katolisizmin üstün geldiği orta çağlar için de, siyasetin üstün geldiği Athena ve Roma için de (doğru) değildir."

Kartaca, Fenike’nin ardılıdır. Fenike sözcüğü Phoinikes’tan geliyor, anlamı Kızıllar demek. Fenikeliler çok önemli bir ürün olan kırmızı boyanın üreticisi. Fenikeliler, Kenan’dan kalan insanların oluşturduğu tüccar ve deniz ticaretinde üstün olan bir halk. Alfabelerinin İbranice ile doğrudan bir ilişkisi var. Kartaca, Suriye kıyılarından gelen Fenikelilerin kurdukları bir ticaret kolonisi; Kartacalılar ile İbranilerin kültür, ırk ve kısmen dil birliği var. Onlar da tüccar ve denizci bir halk. Kartaca bir ticaret devleti, Roma ise bir militarist devlet; Kartaca ademi merkeziyetçi, Roma ise merkeziyetçi; Kartaca büyük oranda Musevi, Roma ise putperest. Fenikelilerin Yunanlılarla mücadelesini Kartaca devralıyor ve onlar da önce Yunanlılarla sonra da Romalılarla savaşıyor. Tüccar Devlet Kartaca, Roma’ya giden deniz ticaret yolunu, Batı Sicilya ve Kuzey Afrika vasıtasıyla denetimde tutuyor ve bu da Roma’nın işini çok zorlaştıyordu. Roma sonunda Kartaca’yı yıkmıştır. Kartaca’nın yönetim biçimi ve ideolojisi liberalizmin tarihsel dayanağı ilk modeli sayılır. Kartaca ile Roma arasındaki çekişme, çelişki sadece ve sadece ekonomiye indirgenemez ancak sadece o dönem değil kapitalizmin gelişmesi sonucu yaşanan çelişkiler de hala sadece ve sadece ekonomik kökenli değil. Burada Marx ile hatta ortodoks yorumcularıyla bile bir sorun yok zaten, ancak Engels’in yıllarını nasıl yanlış anlaşıldıklarını anlatmaya çalışmasına rağmen söz konusu olan kapitalizm olunca tek boyutlu, indirgemeci anlayış adeta bir duvar oluyor.

***
" Bir toplumun yapısı karmaşık çelişmeler bütünüdür. Bu çelişmeler arasında üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasindaki çelişme, nihai tayin edici olan temel çelismedir. Ama, o anda baş çelişme, bu çelişme olmayabilir. " (Mahir Çayan)

Her şey verili, karmaşık bir yapısı olan toplumdan baslar. Toplumsuz çelişki yoktur. Toplumun düzeyi ne olursa olsun, en ilkel toplum bile olsa karmasik bir yapıdır ve çeliskileri de karmaşıktır. Temel çelişki üretim tarzının çelişkisidir. Ana çelişki ise toplumsal bir olay olabilir. Örneğin, Sovyet Devrimi öncesi Rusya'da ana çeliski savaştır. Ya da çok bilinen örneğiyle Kuzey Irlanda'da ana çelişki dindir. "Ana çeliski üst yapı kurumları arasinda olur ve temel çelişkiyle belirlenir, ama onun basit bir yansıması da degildir. " (Murat Belge)

Woods ve Grant’ın söylemeye çalıştığımı benden daha iyi ifade edeceğini düşünerek : ""Marx (1818-83) ve Engels (1820-95), tüm insanlığın ilerlemesindeki temel devindirici gücün üretici güçlerin gelişimi –sanayi, tarım, bilim ve teknik– olduğunu açıkladılar. Bu gerçekten büyük bir teorik genellemedir ve bu olmak­sı­zın genel olarak insanlık tarihinin hareketini anlamak olanaksızdır. Ama bu, dürüstlükten yoksun ya da cahil Marksizm iftiracılarının göstermeye çalıştıkları gibi, Marx’ın "her şeyi ekonomiye indirgediği" anlamına gelmez. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, din, sanat, bilim, ahlâk, yasa, politika, gelenek, ulusal özellikler ve insan bilincinin her türden diğer görünümleri gibi olguları tamamen hesaba katar. Fakat bu kadarla kalmayarak, bunların gerçek içeriğini, toplumun güncel gelişimiyle nasıl ilişkili olduklarını ve toplumun bu gelişiminin, son tahlilde kendi varoluşunun maddi koşullarını yeniden üretme ve geliştirme kapasitesine bağlı olduğunu gösterir."

***

.Modernleşmenin doğal bir sonucu olması gereken ya da beklenen durumlardan biri de, hayatın her alanında öne çıkmanın, güçlüye yakınlığa, sadakate, akrabalığa, aynı din/etnisite mensubu olmaya değil de liyakata bağlı olması gerekirken yaşanan durum bu değil. Kapitalizmim gelişmesi, modernleşmenin siyasal karşılığı olan ulus-devlette de modern-öncesi ilişkiler ağı belirleyici oluyor. Mina Urgan, "Bir Dinozorun Anıları"nda, "Ben bir toplumsal haksızlığın ürünüyüm" diye durumu örtük de olsa itiraf ediyor. Yaşanan haksızlık, bir zümrenin baştan ayrıcalıklı mensuplarının çok iyi donatılmış, öne geçirilmiş olmasıyla sınırlı değil. Bu kapitalizmin doğası gereği böyle zaten; ancak yetenekli, donanımlı olan da "eupatrid" değilse olması gerektiği yere gelemiyor. Kapitalizmin içinde "teorik" olarak olmaması gereken ama bizde yaşanan fiili durum durum bu. E. J. Zürcher’in bir dönemin yöneticilerinde dahi dikkatini çeken akrabalık bağları Türkiyeli araştırmacıların, yazarların dikkatini "nedense" hiç çekmemiş. ( )

Abartarak söylersem, yöneticiler, elitler, öne çıkanlar, "başarılı" kabul edilenler hep akraba, tanıdık, abartmadan söylersem mutlak olarak bir ortak paydaya sahipler. Kapitalizmin her türüne itirazım -bir sosyalist olarak -başka bir düzlem, ama mevcut kapitalizm de kurallarına göre işlemiyor. Bu haksızlığın haksızlığına ayrıca itirazım var ve yazdıklarım itirazımın dillendirilmesi ve delillendirilmesidir. Bir sosyalist olarak sistemin ne olduğunu ve nasıl işlediğini de göstermek de istiyorum. Bu ezilenlere karşı borcumdur. Zürcher’in dikkatini çeken akrabalık bağları Türkiyeli araştırmacıların, yazarların dikkatini "nedense" hiç çekmemiş. ( )

İddiam, dünden bugüne bu ülkede örtük bir kast sistemi olduğudur. Mehmet Ali Aybar, mensup olduğu aileyi anlatırken "bey takımı "diyor. Böyle de adlandırılabilir, ancak yetersiz bir tanımlama olacağı için kast sistemi demek daha uygun geliyor.Bu kast sistemini anlamadan ne dünü ne bugünü anlamak mümkündür ne de gerçekten muhalif olunabilir.

Hiç yorum yok: